Osmanlıca ve kolaycılık

Osmanlıca ve kolaycılık

Benim ilk Osmanlıca hocam Ahmed Semiz’dir. Bugün onunla karşılaşsam mahcubiyetimden saklanacak yer ararım. Yanılmıyorsam 1969 yılıydı. İstanbul’a üniversite için ayak bastığımız yılın ilk aylarındaydı. Hangi vesilesiyle tanışmıştık, MTTB’de miydi acaba, bugün hatırlayamıyorum ama Abdullah Gül ile bana Osmanlıca öğrenmemiz için bazı metinler vermişti Ahmed Semiz.  Galiba Risale-i Nur’dan el yazması birkaç sayfaydı. Bugün aklımda o metinden sadece ‘ihtiyâcât’ diye bir kelime kalmış. “Osmanlıca okuyup yazamıyorsanız kendinizi münevver sayamazsınız” mealinde bir cümle de var benim hafızamda Ahmed Semiz’den.

Ahmed Semiz, Hayrat Vakfı tarafından çıkarılan Osmanlıca Dergisi’nin yayın danışmanlarından. Yıllar sonra adını Dergide gördüğüm zaman hem sevindim, hem el yazılarını hâlâ çok kolay okuyup yazamadığım için kendime kızdım,  hem de Osmanlıcamı geliştirmek için teşvik edici bir sebep bulmuş oldum.

Üstad Necip Fazıl meşhur Gençliğe Hitabe‘sini İslam harfleriyle kaleme almıştı. Büyük Doğu Yayınları’nda çalışıyordum o sıralar. İdarehanede kendi el yazısıyla hazırladığı metni verdi bana ve “Latin harflerine çevirip aslını bana getirin” dedi. Bu işi halletmek, daha sonra YKY tarafından yayınlanan 10 ciltlik, ‘Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi‘ni de hazırlayan Seyit Ali Kahraman’a düştü. Üstad, Gençliğe Hitabe’yi kendi metninden okudu gençlere. Bildiğim kadarıyla bu orijinal nüsha şimdi Kayseri’de bir vakıfta.

Önce şunu söylemek gerekiyor. Osmanlıca, İslam harfleriyle yazılan Türkçeden başka bir şey değil. Osmanlıca öğrenmek derken kastedilen de İslam harfleriyle Türkçe okumak ve yazmaktır. Bir lisan öğrenmek değil söz konusu olan.

Kısır çekişmeler içinde kendimizi nasıl kaybedebileceğimiz Milli Eğitim Şurası kararlarıyla bir kere daha ortaya çıktı. Ortalık önyargıdan geçilmiyor. Bu tür sorunları 1930’ların diliyle tartışmaya teşne ne çok insan varmış meğer. Oysa bugün artık o dönemlerin anlayışından çıkmak gerekmiyor mu? 12 Eylül darbesinin pekiştirdiği tek parti ve ulus devlet anlayışının bizi başta Kürt sorunu olmak üzere nerelere getirdiğini görmemek için zihinlerin mühürlü olması gerekiyor galiba. Hani demişler ya, ‘cehaletin bu kertesi ancak tahsil ile mümkün’ diye…

Sanırım öyle bir hal ile karşı karşıyayız. Türkçe’nin kısır bir dil haline dönüşmesi de o anlayışların eseri. Niye son 50 yıl içinde hatırı sayılır bir düşünce ortamı yaratamadığımızın, dilin kısırlaşmasıyla ve ifade kudretini kaybetmesiyle ilgisi yok diyebilir miyiz?

Kayseri Eğitim ve Kültür Vakfı tarafından yayınlanan ve ayrı bir yazıda ele almayı kurduğum Ali Biraderoğlu kitaplarından “Tarih Üzerine I” adlı kitabın 28’inci sayfasında, bugün neredeyse hepsi ‘düşünmek’ diye karşılanan şu kelimelerdeki anlam gücüne ve farklılığına dikkat çekiliyor: Teemmül, teenni, tefahhus, tefehhüm, taakkul, tefekkür, tedebbür, tezekkür, tefakkuh. Yabancı dil öğretme konusundaki başarısızlığımızın altında Türkçe ifade kabiliyet ve kudretinin zayıflamasını da arasak yeridir.

Osmanlıca nerede ve nasıl öğretilmeli konusu çok tartışılıyor. Bu ayrı bir iş.  Ben konuya biraz farklı açıdan bakmak istiyorum.

Her şeyi devletten beklemek gibi bir alışkanlığımız var. Sadece Osmanlıca konusunda değil, başka alanlarda da, sivil toplumun, en azından Osmanlıcayı önemli bulan toplum kesimlerinin, devletten bağımsız bir oluşum içinde bulunmaları gerekli değil mi?

Dünya çapında, hadi bırakalım dünyayı, Türkiye çapında, bir enstitü, bir vakıf veya bir düşünce kuruluşu biliyor musunuz ki bir söz söylediğinde herkes kulak kabartsın, ne diyor diye merak etsin, ilgilendiği alanda sözü geçer bir usta yetiştirebilsin? Ekonomik alanda, güzel sanatlar alanında, mimaride, spor alanında, bilimsel araştırma sahasında devlet imkânlarını kullanmadan, uzmanlar ve mütehassıslar yetiştiren kaç tane enstitü ya da vakıf ve benzeri oluşum meydana getirilebildi?

Osmanlıca için de benzer bir durum var. Hayrat Vakfı gibi bir kaçı hariç hangi kuruluş bu işi ciddiye aldı? Cami yaptırmayı akleden ve başaran insanların niye alanında söz sahibi kuruluşlar meydana getiremediği incelenmeye ve halledilmeye değer bir husus değil mi? ‘Varsa bir kabahat hayırseverlerden çok bu işe kafa yormayan aydınlarda’ desem mi, bilmiyorum ki… Vaktiyle başörtüsü sorunuyla yüz yüze iken de benzer hususları dile getirmiş ve ‘eğer bu konudan şikâyetçi olanlar her alanda söz sahibi başörtülüler yetiştirebilmiş olsaydı kimse bu en tabii hakkı tartışamazdı’ demiştim.

Bugün bile aynı hal içinde sayılırız. Günümüz dünyasında artık kolaycılığa yer yok desek abartmış olur muyuz?

Bundan tam üç ay önce burada çıkan “Filistin, şiir ve insan” başlıklı yazımın son paragrafı Osmanlıca meselesini ele alıyordu. http://haber.stargazete.com/yazar/filistin-siir-ve-insan/yazi-939653

Join the discussion