Abdullah Gül’e dair…

Abdullah Gül’e dair…

“Abdullah Gül’ün söylemleri etrafında…” başlıklı yazıma gelen eleştiri ve takdir iletilerinden çıkardığım sonuçlar var. Anlıyorum ki bağımsız adaylıkla çatı aday arasındaki farkı biraz daha detaylandırmak gerekiyor.

Benim Abdullah Beyin çevresinden edindiğim intibâya göre, bağımsız adaylığı birkaç parametreyle izah etmek mümkün.

İlki, herhangi bir parti grubunun oylarıyla değil 100 bin imza ile adaylık gerçekleştirilecekti.

İkincisi, geniş mutabakat kavramını belki anketlerden gelen sayısal verilerle açıklayacak ve özellikle bu kapsamda Ak Parti camiasından bu işe destek verenlerin oranıyla ilgili bazı rakamlardan bahsedecekti.

Üçüncüsü ise yakın çalışma arkadaşlarının bir kısmını kamuoyuna arz edecek ve böylece geniş mutabakattan ne anlaşılması gerektiğini bu kadronun yapısıyla ortaya koyacaktı. Temel Karamollaoğlu’nun temasları sırasında, ona, özellikle pazarlık olarak anlaşılabilecek bir tavırdan herkesin kaçınması gerektiğini söyledi.

Birileri bilerek ve kasıtla Abdullah Gül’ün muhalefetin adayı olacağını söyledi, oysa o vaktiyle Ak Parti’ye destek vermiş geniş bir kitlenin de sesi olmaya hazırlanıyordu.

Abdullah Gül’ün bir yerlere savrulduğunu ve kendisine farklı istikametler ve başka hedefler tayin ettiğini söyleyenler de var. Ayrıca onun adaylık niyetini, Ak Parti hareketinden ne kadar uzaklaştığına dair bir alamet olarak görenler de bulunuyor.

Bu konuda yakın çevresinin değerlendirmesi şöyle: Abdullah Bey, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurarken beyan ettiği ve uymayı taahhüde bağladığı prensiplere samimiyetle inanmış, içselleştirmiş ve siyasetine bunları kılavuz etmiştir. Bu prensipler, insanlığın büyük bedeller ödeyerek geliştirdiği evrensel değerleri meydana getiren ve insanlığı aydınlığa doğru taşımayı hedefleyen gayretlerin dayanağıdır. Özgürlük ve güvenlik arasındaki ahengi oluştururken, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı, saydamlık, hesaba çekilebilirlik gibi dengeyi ve denetlemeyi sağlayacak kurumsal yapının demokrasi olduğunun bilinci ile hareket etmeyi şiar edinmiştir.

Abdullah Bey, adaylıkla ilgili açıklamasında da bu konuyu şu şekilde vurgulama ihtiyacı duymuştu: “AK Parti’nin kuruluşuna öncülük etmiş, Partinin tüm kuruluş ilke ve prensiplerini, değerlerini, temel yazılı belgelerini hazırlayan kişilerden biri olarak, ben bugün de partinin kuruluş ilke ve prensiplerine, erdemli değerlerine bağlıyım. Hepsini içselleştirdim. Bu ilke ve değerlerin gerçek manada uygulanması durumunda Türkiye’nin aydınlık geleceklere taşınacağına inanıyorum.” Bu anlamda onun savrulmasından ve başka yollar tutturmuş olmasından bahsetmek tutarlı bir davranış biçimi değildir. Aksine o prensiplere sahip çıkmayanların savrulmasını konuşmak zorundayız.

Bugün Türkiye’nin hangi ülkelerle birlikte anıldığına, hukuk ve özgürlükler açısından yapılan dünya ölçeğindeki sıralamalarda hangi sıraları işgal ettiğine bakarak da savrulmayı konuşmak gerekir. Bir de vefadan bahsedenlere parti ilke ve programlarına sadakatten söz açsak mı diye sormak aklımdan geçmiyor değil? Bu vefa meselesini tek taraflı ele alanlara söylenecek çok şey var aslında… Belki daha derli toplu olarak bir başka yazının konusu olur…

 

Abdullah Beyi Tayyip Erdoğan’ı devirmek için birileriyle işbirliği içinde göstermek isteyenler yok mu, insanın bu hamakat karşısında dili tutuluyor, bu ucuz polemik sahiplerinin cehaleti karşısında ne diyeceğini bilemiyor.

Bir önceki yazıda da ifade ettim, Abdullah Bey, eğer mümkün olsaydı sadece ikili bir yarışa olumlu bakıyordu. Başlangıçta kuvvetle mevcut olan bu ihtimal, değişik çevreleri aşırı bir telaşa düşürdü. Hatta bazıları Meral Hanım son dakikada ikna edilebilir diyerek alarm zillerini çaldı. O sıralarda neler cereyan ettiğini hatırlamakta fayda var. Abdullah Beyi anlama kabiliyeti olmayan bazıları onun çok adaylı yarışa da girip ikinci tura kalmak istediğini yazıp çizdiler. Oysa Abdullah Bey, bu ihtimali en başından reddetmişti.

Bu hususlarla ilgili Abdullah Gül Vakfı bünyesindeki sohbet topluluğunda şu noktalar dile getiriliyor: “Abdullah Gül, Fazilet Partisi 3. Kongresi’ndeki çıkışı dâhil, tüm siyasi hayatı boyunca tuzak kurmayan, aleni söyleyemediği hiçbir şeyi kapalı toplantılarda konuşmayan, gayrı meşru yöntemlere prim vermeyen, Makyavelizm’i reddeden, ölçülü ve saygılı üslubunu her daim sürdüren, ayrıştırmaya, ötekileştirmeye, kutuplaştırmaya ve tahkir etmeye tenezzül etmeyen, kısa dönem çıkarı için mahrem kalması gereken bilgileri olur olmaz yer ve ortamlarda faş etmeyen, tam anlamıyla bir devlet adamı portresi çizen bir şahsiyettir.”

Akıl ve iradesini bağımsız olarak kullanmakta zorlanan bir yapısı var bizim toplumumuzun. Birileri bizim yerimize düşünsün istiyoruz. Bu tavrın her parti, grup ve oluşuma ne kadar zarar verdiği açık değil mi? Fethullah Gülen gibi bir arsız ve hainin hem kandırdığı saf insanları hem ülkeyi ne hale getirdiği ortadayken üstelik. Şu hikâyeyi FETÖ’ye izafetle anlatanlara hak vermemek mümkün mü? Bir tarihte ahaliden bir kısmı düşmanın eline geçmemek için sığınak benzeri bir yere saklanmış. Fakat düşman bulmuş bunları. Teker teker dışarı çıkarıyor kellelerini kesiyorlarmış. Bunu anlayan içerdekilerden biri “aman arkadaşlar,  toplu olarak kapıyı zorlayıp hep birlikte dışarı çıkmaya çalışalım” deyince içlerinden biri “icat çıkarmayın, kestirin kellenizi, savın sıranızı” demiş.

Akıl ve iradesini birilerine teslim edenler sadece kişilerden ibaret değil. Böyle yapan vakıf ve sözde düşünce kuruluşları da var. Anlaşılıyor ki bazıları şimdiden birilerinin postuna göz dikmiş ve külliyede yer kapma telaşına düşmüşler. Böyle tiplere anladıkları dilden cevap verenler var Allahtan…

Abdullah Gül’ü ikili bir yarışta aday olmayı düşünmeye iten sebepleri göz önüne alacak aydın duyarlılığına ve haysiyetine sahip kimselerin çok az olduğu bir dönemden geçiyoruz. Cumhurbaşkanlığı süresi bitmeden bir gün önce Ak Parti Kongresi düzenlenmiş ve bazıları “Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül sinerjisini kullanamadı Türkiye, yazık oldu” demişlerdi. O zaman Abdullah Bey, “inşallah arkadaşlarımız iyi götürürler, bırakın böyle hayıflanmaları” demişti. Eğer bugün üzerine düşen bir vazife olduğunu hem kendisi, hem çok geniş bir çevre düşünebiliyorsa “aday olmayı düşünerek Ak Parti camiasını üzdü Abdullah Bey” demek, olan bitene gözleri kapalı bakmak demektir.  Oysa biliyoruz ki Abdullah Bey üzerinde, Türkiye’nin gidişatına dair endişe duyan şahıslar ve çevreler tarafından siyasete müdahil olması gerektiği ve bunun hassaten bir vebal olduğu şeklinde telkinlerde bulunulmaktadır. Bu telkinlerin kahir ekseriyeti “Hz. Ali sevgisinden ziyade, Muaviye nefreti” psikolojisi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan samimi gözlem, değerlendirme ve kanaatlerden kaynaklamaktadır.

Varsa yoksa polemik… Son on yılda Abdullah Bey’le on dakika sohbet etmemiş komik yardakçıların “Abdullah Beyi tanırım…” diye boy göstermesi yok mu, insan bu sefalete ne diyeceğini bilemiyor…

Bu tip yardakçılar hem Tayyip Erdoğan’a hem Türkiye’ye en büyük kötülüğü yapıyorlar. Ülkenin demokrasi dışı bir rejime sürüklenmesine çanak tutuyor, Putin hayranlığını belli etmeden öne çıkarmaya çalışıyorlar. Putin’den söz edişim Time Dergisinin onu ve Cumhurbaşkanımızı kapağına taşımasıyla ilgili değil. Bu tehlikeye çok önce dikkat çeken bir yazım çıkmıştı burada.

Gelelim Abdullah Bey yine risk almaktan kaçındı diyenlere… Bu hususu yazmıştım. Fakat tekrarında fayda olduğunu görüyorum. Şöyle demiştim: “Abdullah Gül risk almaz diyenlere de söylenecek birkaç söz var. Onun olur olmaz konularda risk almasını isteyenler Ak Parti camiasının kendi içinde kavgaya tutuşmasını arzu edenlerdir. Abdullah Bey hiçbir zaman böyle bir kavganın unsuru olmayı düşünmediğini yakın çevresine her fırsatta ifade etmiştir.”

Abdullah Gül’e Çankaya noteri diye seslenenlerin bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ettikleri hususlar var. Abdullah Bey, Cumhurbaşkanı olduğu dönemde görüşlerini başta MGK müzakereleri ve TBMM açılış konuşmaları olmak üzere çeşitli platformlarda ifade etmiştir. Türkiye’nin anayasal düzeninin gereği olarak nihai tasarruf hakkının hükümetlere ait olduğu bilinciyle görüşlerini icraya dayatmaktan her zaman kaçındığı gibi mutabık olmadığı hususlarda da anayasanın Cumhurbaşkanına tanımadığı yetki kullanımı yoluyla engel teşkil etmemiştir. Üstelik kanun tasarılarını meclise sevk edilmeden önce inceletmiş, görüşlerini ilgili yerlere ileterek düzeltilmesini sağlamış ve daha sonra ortaya çıkabilecek görüş ayrılıklarını baştan çözüme kavuşturmuştur. Böylece önceden bilgi sahibi olduğu kanunları veto etmesi gerekmemiştir. Bu inceliği bilmeyenlerin “önüne her gelen kanunu onayladı” demeleri bu bakımdan temelsizdir. Kaldı ki veto ettiği kanunları da biliyoruz. Gül, bu tavrı anlamayan çevrelerce “Çankaya Noteri” çirkin yakıştırmasıyla eleştirilmişti. Adaylık vesilesiyle bu çirkin yakıştırmayı tekrarlayanlar oldu.

Burada bir noktaya daha açıklık getirmek gerekiyor: Abdullah Beye, düşüncelerini niçin Tayyip Beye ve Partiye aktarmayıp da ulu orta konuşuyor diyenler var. Oysa temel meselelerde, mesela 16 Nisan referandumu ve Suriye konusunda, görüşlerini bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a aktardığını kendi beyanıyla biliyoruz. Ayrıca bir önceki yazıda da ben biraz daha detaylı olarak bu konuya temas ettim. 16 Nisan Referandumu ile Türkiye’de sistem değişikliğine gidildi, ülke 140 yıllı aşan ve liderler tahakkümü altında sürdürülen Türk tipi parlamenter meşruti düzenden, denge ve denetim mekanizmalarının neredeyse tümüyle devre dışı bırakıldığı Türk tipi bir başkanlık sistemine sürüklendi. Gül, Türkiye için en uygun sistemin demokratik parlamenter sistem olduğuna dair inancını hep dile getirmiş, denge ve denetim mekanizmalarının mevcudiyeti ve işlev görmesi şartıyla demokratik başkanlık sisteminin de uygulanabileceğini kabul ve ikrar edegelmişti. Bunları yüz yüze Tayyip Beye anlattığını biliyoruz. Durum böyleyken hala Abdullah Beyi referandumda destek vermedi diye eleştirenler var. İkiyüzlülük mü yapsaydı?

Abdullah Bey, adaylıkla ilgili açıklamasının sonlarında şöyle diyordu: “Kimseyle şahsi meselem yoktur. Bunu da herkes bilsin. Benim derdim politikalar ve gelecek vizyonudur. Beni eleştirenlere başlarını iki ellerinin arasına alıp bir vicdan muhasebesi yapmaları gerektiğini hatırlatırım.” Bakıyorum da siyasette hiçbir zor işin içinde bulunmayanlar ve ikbali kayıtsız şartsız teslimiyette arayanlar bu muhasebeye yanaşmıyor ve ‘senin için iyi şeyler düşünmeyiz’ babında ‘söyletmen, vurun’ havasına giriyorlar. Onlara Allah Resulünün “hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin” hadisini hatırlatmakla yetinelim.

Kendisinin cumhurbaşkanı olamamasını öngören kanunu veto etmeyecek kadar nezaket gösteren bir kimsenin maruz kaldığı kaba muameleleri ve bunların sahiplerini teker teker saymaya değer bulmuyorum.

Korku ve kaygı ortamının bütün şiddetiyle kendisini hissettirdiği bir Türkiye değildi özlemimiz. Hamasetle örtülemeyecek sıkıntıları aşmanın yolu özgürlükleri alabildiğince genişletmekten ve hakka ve hukuka riayetten geçiyor.

Birkaç ay önce şöyle yazmıştım: “Bugün bizim medya meddahları ne bir batılının sahip olduğu medya etiğine ne de bir Müslümanın gözetmesi gereken hak ve hukuk anlayışına sahipler. Çocukken yapılan bir yanlışlığa “hakkım kalsın” diye tepki gösterirdik. Şimdi bu kavram da ayaklar altında… Oysa kul hakkı deyince şöyle bir durmak gerekmez mi?”

Mesele ahlak ve vicdan meselesi… Hem siyaset erbabı hem medya erbabı için böyle. Amin Mouluf ne diyordu Doğu’dan Uzakta adlı romanında: “Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davrananlar…”, (s.242).

Abdullah Gül üzerinden kul hakkı yiyenler, ne dersiniz?

Join the discussion