Bir tuhaf hal içindeyim…

Bir tuhaf hal içindeyim…

Bugünlerde değişik duygular içindeyim. İnatla iyimser olmaya gayret ediyorum fakat bir tarafım bırakmıyor.  Aklıma takılan olumsuz örnekler beni her şeyi terk etmeye ve her şeyden el çekmeye zorluyor adeta. Yaşama sevincimi kaybeder gibi oluyorum. Dünya bizi ne kadar küçük şeylerle meşgul ediyor. Eski zaman dervişi olmak varmış ama bize o fırsatı sunan bir ortam yok ki bu devirde. Tanpınar “Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında” diyor, peki ben neresindeyim zamanın?

Beni bu hale, olup biten hadiseler mi itiyor acaba? Yoksa sebep cereyan eden olaylardaki garabet mi? Belki bu hadiselerin faillerine bakıp “hayır, olamaz” şeklindeki safiyane reaksiyonum… Bilmiyorum. Dedim ya sık sık bu dünya çekişmeye değmez diyesim geliyor. Sonra Medenî Aziz Efendi’nin Nişaburek şarkısını Fikret Karakaya’dan dinlerken fani dünyanın sadmelerinin hafifleyeceğini umuyorum:

“Kırdı geçirdi beni/ Sadme-i dehr-i deni/ Yaktı kül etti beni/ Sadme-i dehr-i deni/  

Dilde emel kalmadı/ Çile-i ser dolmadı/ Ettiğine doymadı/ Sadme-i dehr-i deni.”

Küçük şeyleri büyüten bir tabiatı var insanoğlunun. Bazen de büyük şeylere aldırmazlığı. Kimseleri suçlayacak halim yok elbette. Ben kendi aczimi dile getirmek derdindeyim. Anlayamıyorum galiba bazı şeyleri. Belki de aslını esasını anladığımı sandığım şunca hadiseleri başkaları nasıl oluyor da fehmedemiyor diye hayretler içinde kalıyorum.

Anlayamadığım ne çok şey var: Baktım, bütün ahali Muhammed Mursi için ağıtlar diziyor. En çok da “zalimler için yaşasın cehennem…” nakaratına sarılmışlar. Mursi için üzülmeye hakkımız olması gerekiyor her şeyden önce. Hakkımız var mı onun için üzülmeye? Önce buraya bir bakmak lazım… Rahmet dileyelim, evet ama O’nun vefatına giden süreç bir daha tekrarlanmasın için hangi gayretimiz oldu diye de düşünelim. Yalnız Mısır’da değil, benzer bütün coğrafyalarda aynı hadiseler cereyan ederken hala oturup olan biteni seyredenlerin mateme hakkı var mıdır?

Bu konuda daha önce yazdıklarımı tekrarlamakta bir mahzur görmüyorum. Onlardan birisi şöyleydi:

İslamiyet’e inanmak başka şey, onu bugün nasıl tatbik edeceğimizi araştırmak ve bilmek bambaşka bir şey… Her şeyi devletten beklemesek olmaz mı? Müslüman sivil toplum bu doğrultuda örgütlenmenin, bir takım araştırma ve uygulama merkezleri kurmanın, enstitüler oluşturmanın, buralara maddi ve manevi destek bulmanın yollarını aramak zorundadır.

Eğer bu işleri düşünmüş ve yapmış olsaydık belki de başımıza FETÖ belası gelmezdi. Arap Baharı dediğimiz hadiseler zinciri hüsranla sonuçlanmazdı, Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Mursi’ye daha ihtiyatlı ve sürekliliği temin edici stratejiler önerilebilirdi. Müslüman dünyası ortak aklı kullanmadığı müddetçe daha pek çok ölümü ve felaketi kanıksamak zorunda kalacak gibi görünüyor.

2013 yılındaki bir diğer yazıda ise, Ak Parti’nin ilk dönemine vurgu yapmış ve şöyle düşünmüştüm:

Darbenin gerekçesi olamaz. Benim kaygım başka. Acaba bu darbe önlenebilir miydi? Acaba Mısır’da darbe ortamını ortadan kaldırmak mümkün müydü? Acaba darbeyi önlemek için Cumhurbaşkanı Mursi ve Müslüman Kardeşlerin yapabileceği bazı şeyler var mıydı? İşte bütün bunları Ak Parti başardı Türkiye’de. 28 Şubat ortamını düşünelim. O günün antidemokratik arayışları bugün yargı önünde. Ak Parti kadroları 28 Şubat’tan çıkardıkları derslerle bugüne geldi. Kendisine çeki düzen verdi, derlenip toparlandı, yeni bir söylem geliştirdi. Demokrasiyi yerleştirmek için çok iyi bir ekonomi programına sahip olmak gerekiyordu. Tersi de doğru. İyi bir ekonomik düzen kurmak için de yüksek standartlara sahip bir demokratik ortama ihtiyaç vardı. Ak Parti bu iki önemli işi birlikte yürüttü. İşin zorluğu ortada. Başarılı ekonomik performansa rağmen Ergenekon ve başka adlar altında ne çok darbe teşebbüsü olduğunu biliyoruz. Bir de ekonominin zaaflar içinde olduğunu düşünün. O zaman darbelere karşı koymak daha bir zor olacaktı.

Anlayamadığım çok şey var demiştim ya, işte onlardan biri de şu S-400 meselesi. Lütfen bana yardım edin, şu S-400 meselesini bir anlatın bana. Şimdiye kadar Türkiye kendisine tehdit olarak hangi mihrakları işaret ediyordu? Peki, S-400’ler hangi tehdide karşı kullanılacak? Suriye tehdidi mi? Olmaz, orada S-400’ün sahibi Rusya var. İran’dan mı bir tehdit bekleniyor? Olmaz, tarihi gerçeklere aykırı. O halde kime karşı kullanacağız bu S-400’leri? Şimdiye kadar Rus tehdidi ön sıradaydı. Şu sıralar yok gibi görünse de uzun vadede Akdeniz üzerindeki emellerini terk ettiğini mi var sayacağız Rusya’nın? Ukrayna ve Kırım hadiselerini iyi tahlil ediyor muyuz acaba? S-400’ler üzerinde başlangıçta yapılan hatadan çıktık yola, şu sıralar vaz geçememenin girdabına yuvarlanmış durumdayız. ‘Ayıyı dansa kaldırırsan, dans, sen vazgeçtiğin vakit değil, ayı vazgeçtiğinde sona erer’ diyenler hangi tecrübeye dayanıyorlar acaba?

Silahlanmaya bu kadar kaynak ayıran Türkiye sert güce sahip olmak istiyor. Bunun anlaşılabilir bir tarafı var elbette. Caydırıcı güce sahip olmak önemli. Ancak Türkiye için aslolan, demokrasisini ve dolayısıyla ekonomisini güçlendirmek, hukuken öngörülebilir bir ülke olmak, böylece yumuşak gücünü arttırmaktır. Üstelik yumuşak güce sahip olmak sert güce sahip olmaktan çok daha etkilidir ve tesir sahası çok daha geniştir.

Ben size demedim mi olan biteni anlamakta güçlük çekiyorum, yardım edin bana diye… 23 Hazirana şurada ne kaldı? Hiç değilse bu seçimde kutuplaşma vurgusu daha az diyorduk ki yanıldığımız ortaya çıktı. Mısır’ın mazlum ve merhum cumhurbaşkanı Mursi’nin vefatı bile bizim seçimlerde kutuplaşmanın bir vesilesi oldu. Ne oldu da eski üsluba döndük peki… Yoksa siz de mi benim durumumdasınız. Bugün mademki şiir de kattık bu yazıya, şimdi Şair Nabi’yi anmamak olmaz. “Bir yâr içün ağyâr ile gavgâdan usandık.”

Bu yazının girişinde insanları anlamak zor gibi bir şeyler söylemiştim. Biraz da bazılarının davranışlarını anlamakta zorlandığımı ifade etmiştim. Meğer bu fasılda yalnız değilmişim. Bir dostum, kamu bankalarında göreve getirilenlerin ihtisas alanlarını sordu bana. Nereden çıktı şimdi bu soru dedim önce, Onlar yılların siyasetçileri diye de ilave ettim. Dostum bu işteki sırrı anlayamamış mıydı, yoksa anlamış da liyakat bahsini nereye koyacağız diye mi soruyordu, bilemedim.

Bu, sözünü perde arkasına saklamayı seven dostum benim aklıma gelmeyen bir şeyden daha bahsetti. Yüksek İstişare Kurullarından söz etti bana. Daha sonra da ‘sen o kurulların gerçekten bir istişare fonksiyonu icra edeceklerini düşünüyor musun’ dedi. ‘Niye olmasın’ diye cevap verdim ona. ‘Bunca yılın tecrübesiyle dolu kimseler görev yapacak orada.’ Biraz gülümsedi. Dedim ya zaten ben insanları anlamakta bu sıralar güçlük çekiyorum diye. Hatta ona Fehmi Koru’nun “Davutoğlu da orada olsa iyi olur” diye yazdığını naklettim.

Sohbet sonunda bana veda ederken şöyle dedi dostum: “Sen kutuplaşmadan ve kavgadan şikâyet ettin ve Şair Nabi’den bir mısra naklettin. O şiirin başını hatırlıyor musun?” Sonra benim cevap vermeme fırsat bırakmadı, kendisi okudu:  “Bir devlet için çerha temennâdan usandık/ Bir vasl için ağyâre müdârâdan usandık.” Feleğe temenna etmek de neyin nesiydi, bilemedim. Ağzım açık kaldı. Şaşkınlığım anlatılır gibi değildi. Sonra Şeyh Galib’i okudu bana ve el sallayıp uzaklaştı: “Kimi terk-i nam ü şâne, kimi itibâre düştü.”  Galiba Yunus bana sesleniyordu: Sen derviş olamazsın…

Join the discussion