İnsan bazı duyguları ifade etmekte zorluk çeker. Ne söylese yeterli bulmaz. Türküler şarkılar böyle duyguları ifade etmek için birebirdir galiba. Hasreti, aşkı, her türlü sevgiyi, acıyı dile getirmek kelimeleri ard arda dizmek yetmiyor. Ağıtlar, destanlar, mersiyeler, kasideler böyle mi ortaya çıktı, bilmem ki… Güzel sanatların her şubesi bu iklime uygun mudur? Büyük bestekârlar, ressamlar ve her sahadan sanatkârlar duygularını acaba kelimelerle ifadede acze düştükleri için mi başka yollar aradılar. Şiirin de kelimelerden ibaret olduğunu söyleyebilir miyiz? Kelimeler bir küçük araç şiirde; aslolan şiirin bünyesinde saklı olan, mısraların iç iklimine sinmiş duygular değil midir?
Benim sanatkâr tarafım yok. Yani 28 Ekim 2024 tarihinde ebedi âlem yolculuğuna çıkan Ahmet Taşçı’yı kelimelerle anlatmaktan başka yol yok benim için. İyi ama bu kolay değil ki…
Ahmet Taşçı benim en eski arkadaşımdı desem yeridir. Tabii bizimki bir arkadaşlıktan çok daha fazlaydı… Lise hayatımızın ilk yıllarında başladı yakınlığımız. Kayseri’de eski stadyum yakınındaki Büyük Doğu Fikir Kulübü’nde ben, rahmetli Ahmet Taşçı, Abdullah Gül ve rahmetli Mustafa Dinçel’den oluşan bizim neslin ilk halkası zamanla çok genişledi.
Büyük Doğu bize büyük bir kapı açmıştı. Üstadın “Büyük Kapı” adlı eseri de o büyük kapıdan girenlere hoş geldin demenin en iyi yoluydu. Büyük Doğu’da bulduğumuz en kıymetli hassa samimiyetti. Bizden büyükler bize tepeden bakmıyor, bizlerin bir şahsiyet olarak ne kadar kıymetli olduğumuzu hissettiriyorlardı. Oysa şimdiye kadar okullarda görünmez bir baskı altındaydık ve şahsiyet ifade edecek bir ortama katiyen izin verilmiyordu.
Artık okuldan çıkınca doğrudan Büyük Doğu’ya gidiyor, saatlerce sohbet sonrası çıkıp uzun yürüyüşler yaparak Kayseri caddelerini arşınlıyorduk. Ahmet, Abdullah ve ben her seferinde elimizde farklı bir kitapla ayrılıyorduk Kulüp’ten. Önce Üstad Necip Fazıl’ın kitapları geçti elimizden. Ben ilk kitabı “Büyük Kapı” olarak net bir biçimde hatırlıyorum. Okuduğumuz kitapların etkisi derslerde de kendini belli ediyor, ifade gücümüzün ve muhakeme kabiliyetimizin arttığını fark ediyorduk. Hatta bu hal bazı öğretmenlerin takdirine bazılarının da bizimle çekişmesine yol açıyordu. Bu hal özellikle Ayvaz Gökdemir ve eşi edebiyat öğretmenimiz Sevgi Hanımın dikkatini çekmişti. Tarih öğretmenimize karşı çıkışımız Büyük Doğu’nun bize söylediği bazı hakikatleri dile getirmemizin bir sonucuydu.
Zamanla kitap çeşidimiz arttı. Roman, hikâye ve hatırat kitapları da çantamızda yer buluyordu. Çünkü Büyük Doğu, mensuplarının dünyayı kavramasını, insanı anlamasını ve hadiselerin künhüne vakıf olmasını ister. Bu da ancak okuyarak, tartışarak ve bir topluluk olmayı başararak gerçekleştirilebilirdi. Biz bunun gayretine düştük, ne kadar başardık, bilmiyorum…
Büyük Doğu’da Ahmet Taşçı’nın heyecanını ve ilişki kurma biçimini her zaman gıptayla yad ederim. O dönemlerde pek çok arkadaşımızın Büyük Doğu ile tanışmasına vesile olmuştur. Bu arkadaşlarımızın adını burada zikretmek isterim; ama zayıf hâfızamın beni yanıltmasından çekiniyorum. Bir de bizden biraz daha büyük olanlar vardı. Onlar içinde Allah ömür versin Ahmet Saraçoğlu ve rahmetli Ali Pehlivanoğlu’nu zikretmeden yapamam. İsim saymanın çok doğru olmadığını biliyorum ama bu iki ismin, gösterdikleri fedakarlıklar ve hakikate sadakatleri itibariyle bende ayrı yerleri var.
Burada dört kişiyi daha zikredeyim. Zira bunlarla Kayseri’deki öğrencilik yıllarımızdan ayrı olarak İstanbul’daki hayatımızda da çok içli dışlı olduk. Ali Biraderoğlu, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran ve Hasan Nail Canat. Rahmetli Rıfat Besceli ise anlatılır gibi değildir. Ben insanlık dersimin pek çoğunu Rıfat Abiden aldım. Ahmet Taşçı ve Rıfat Besceli bu bakımdan birbirlerine çok benzerdir. Her ikisi de öyle yardımsever ve fedakârdırlar ki… Bu taraflarını hiç öne çıkarmazlar, yaptıkları işlerle övünmezlerdi. Her ikisi de çok iyi organizatörlerdi. Rıfat Besceli, Abdullah Gül ve ben İstanbul’da üç dört yıl aynı evde yaşadık. Ahmet Taşçı da o evin ziyaretçilerinden biriydi.
Bizim Kayseri’den Üstad Necip Fazıl’a gönderdiğimiz bir telgraf var. Büyük Doğu’nun yeniden çıkması vesilesiyle… O kadar sevinmiştik ki oturduk birlikte şu telgrafı çektik. Telgraf, Necip Fazıl Kısakürek Vakfı bünyesindeki Necip Fazıl müzesinde sergileniyor… Ayrıca şu adreste mevcut: https://www.nfk.com.tr/mektup-telgraf-not/telgraflar/

Ahmet Taşçı’nın bize de örnek olan bazı hassasiyetleri vardı. Sünnete bağlılıkta ne kadar titiz davrandığını onunla oturup kalkan herkes çok iyi bilir. İmam-ı Rabbâni’nin Mektubat’ını herkese tavsiye eder, bize de sık sık Mektubat’tan okuduklarını aktarırdı. Elbette ondaki sağlam ahlâk yapısında, sünnete bağlılığın ve okuduklarının tesiri vardır.
Üstad Necip Fazıl’ın Kayseri’ye her gelişinde heyecanlanır, elimizden geldiğince hazırlıklara yardımcı olur, konferansları coşkuyla takip ederdik. Aşağıda o konferansların birinden sonra çekilen bir fotoğraf var. Ahmet Taşçı, Üstadın solunda oturanların üçüncüsü… Abdullah Gül, Üstadın hemen sağında… Ben de Üstadın sağında oturanların son sırasındayım…

Ahmet Taşçı’nın arkadaşlık ettiği herkes onun maddî ve manevi fedakârlıklarının şâhididir. Ben, Taşçı ailesinden, muhterem refikası ve çocuklarından, -bilhassa Rabia Hanımdan- gördüğümüz desteği ifadeden acizim. Ahmet Taşçı’nın üç kızı, iki oğlu vardı. Hepsi de çok başarılı oldular, çok iyi okullarda okudular.
Kayseri’deki iş hayatı örnek davranışlarla doludur Ahmet Taşçı’nın. Bunları kendisinden çok etrafındaki insanlardan duyduğumu da belirtmeliyim. Onun için aslolan Allah rızası idi. Övünmek, böbürlenmek, büyüklük taslamak, bir kimseyi minnet altında bırakmak ona göre değildi.
Ben İzmir’de çalışmak durumunda kalınca o çok yakın irtibatımız kayboldu. Ancak ne zaman Kayseri’ye bir vesileyle gitsem ilk durağım Taşçı’nın mekânı oluyordu. Daha sonra o İstanbul’a nakletti işlerini. Orada da çok bir araya geldim Ahmet’le. Ahmet, siyasetin fiilen içinde değildi ama siyaset âlemindeki herkesle ünsiyeti vardı. Onu tanıyıp da hürmette kusur eden hiçbir siyasi şahsiyet olmadı. Milletvekilleriyle, belediye başkanlarıyla, siyasi partilerin genel ve il düzeyindeki mensuplarıyla kurduğu ilişkilerin tamamı, onlara iyi şeyleri telkinden öteye hiç gitmedi. İşleriyle bu ilişkileri birbirinden ayrı yürüttü. Zaten yakından tanıyanlar bilir ki Ahmetle arkadaşlık biraz şakacıktan da olsa şeyh-mürid ilişkisini çağrıştırır. Biz zaman zaman ona “Efendim, şeyhim…” diye hitap ederken o da bu hitabı, aslını bildiği için yadırgamazdı. Bir ara Eyüp civarındaki toplantı mekânını onun dergâhı sayanlar da çıkmıştı. Oysa öyle bir iddiası hiç olmadı Ahmed’in.
Zaman zaman bir takım gezilerimiz oldu. Aşağıdaki fotoğraf Bolu’da çekildi. Birkaç günlük bir yürüyüş planlanmıştı. Fotoğraftakiler en sağda ben, daha sonra sırayla Mete Doğruer, Ahmet Taşçı, Haşim Kılıç, Ahmet Büyükakkaşlar ve Bolu’dan İhsan Ağcan Bey…

Kalbiyle ilgili bazı rahatsızlıkları vardı ama; sağlıklı bir ömür sürdü diyebilirim. Bir ara düzenli olarak yüzüyordu. Yürüyüşler yaptığını da söylüyordu.

Ayrıca tam bir kayak ustasıydı. Hem Türkiye’deki hem başka ülkelerdeki kayak merkezlerinin çoğunun aşinasıydı. Onun bir de “kayak arkadaşları” vardı. “Hiçbirimiz Ahmet Abiye hürmette kusur etmezdik” diyordu bu arkadaşlarından biri.
Kayarken de zikrediyordu muhakkak..
En iyi müridleri arasında benim pek yerim olmasa da kıdem itibariyle seçkindim. Son dönemde Mete Doğruer yakınındaydı. Birkaç yıldır Çarşamba öğleden sonraları Abdullah Bey’in Ayazağa’daki mekânına Mete ile birlikte geliyorlar ve beni de haberdar ediyorlardı. Ahmet bu ziyaretlere “haftalık devlet ziyareti” diyor ve gelemeyeceği günler için özrünü ifade etme ihtiyacı duyuyordu. İki yıldır İstanbul’da olduğum için ben de bunların çoğunda bulunuyordum. O sohbetlerin konusunu haftanın olaylarının muhasebesi şeklinde dile getirebilirim. Sadece olaylar değildi konuşulan, olaylarla birlikte sebepler ve ilerde yol açabileceği sonuçlar ve yapılabilecekler de ele alınıyor, karşılıklı fikir teatisi ile sürüp gidiyordu.

Ayazağa’daki mekânda haftalık görüşme…
Abdullah Bey’i son ziyareti vefatından bir hafta kadar önceye denk geliyor. O gün benim yetiştirmem gereken bir yazı vardı ve Abdullah Beylerin binasına on dakika mesafedeki bir yerde çalışıyordum. Ayrıca geleceğini bu sefer bildirmemişti ama benim aklım oradaydı. Uğraştığım yazı uzadı, gidemedim.
Sonradan Abdullah Bey’in anlattığına göre merdivenleri çıkarken biraz zorlanmış, nefes nefese kalmış. O gün her zamankinin aksine Mete Bey de yokmuş ve arabayı kendi kullanarak gelmiş. Abdullah Bey de “söylesen aşağıdaki bir odada otururduk” demiş. Hattâ “bu haldeyken niye çıkıp geldin ki, biz sizin eve gelirdik” diye eklemiş. Bir müddet önce takılan kalp pili ile ilgili sorunları vardı aslında. Fakat iyiyim diyordu. Abdullah Bey yolcu ederken “arabayı sen kullanma, seni biz gönderelim” demiş ama dinletememiş. Çarşamba günü cereyan eden bu olaydan birkaç gün sonra rahatsızlanmış ve hastaneye gitmek zorunda kalmış. Hastanede kan değerlerinin fena halde düştüğü tespit edilmiş. Bundan sonrası acıklı, teferruatı ile anlatmaya gerek yok. Hızla gelişen türden bir lösemi… Ben vefatından galiba bir gün önce yorarım kaygısıyla telefonla aramak yerine “nasılsın, geçmiş olsun” muhtevalı bir mesaj gönderdim. Bana “Allah razı olsun, dua…” diyerek mukabele etti. Daha sonra 28 Ekim 2024 günü vefatını öğrendik. 29 Ekim günü Karacaahmet Şehitlik Camiinde kılınan namazın ardından Karacaahmet Mezarlığında Hakka tevdi ettik…
Ahmed’in kabir taşında “Kayseri eşrafından Bekir oğlu Ahmed Taşcı aile kabri” yazıyor. Bu fotoğrafın sahibi, kabrin hemen sağındaki gül fidanını da diken has müridlerden Ahmet Büyükakkaşlar’dır…

“Kayseri eşrafından Bekir oğlu Ahmed Taşcı aile kabri”
Yahya Kemal’in bir şiiri var ya… “Artık demir almak günü gelmişse zamandan/ Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…” diye. Ahmed meçhule gitmedi… İnşaallah cennette Yaradanına kavuştu…
Bu yazının girişinde duyguları ifadenin çeşitliliğinden bahsetmiştim. Bunun en iyi yollarından biri şiir… Dediğim gibi benim böyle bir kabiliyetim yok. Ama biraz şiir seven bir kimse olarak duygularıma tercüman olması için Şeyh Galib’e sığınabilirim. Şeyh Galib’in birlikte devrana girdiği, can dostu Esrar Dede’nin vefatı üzerine dile getirdiği hissiyatı ben de Ahmet için dillendirmek isterim. Bu mersiyedeki bazı kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıkları için Kubbealtı Lügatı yardımcı olabilir: https://www.lugatim.com/s/mersiye
Kan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasın
Ansın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasın
Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın
Baştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın
Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın
Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr’ım ağlasın
Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh
Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh
Zât-ı şerifi âleme bir yâd-gâr idi
Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi
Her şeb misâl-i şem’ benim ile yanar idi
Sâye gibi yanımda enis-i nehâr idi
Hakka tamâm âşık idi yâr-ı gâr idi
Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi
Allah verdi aldı yine kurb-i Hazrete
Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete
Âhir nefesde sohbeti oldu mahabbet âh
Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh
Gelmezdi hiç kalb-i fakire bu sûret âh
Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh
Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh
Telh etdi kâmımı o zehr-nâk şerbet âh
Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt
Esrâr’ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt
Olsun mübârek ol mehe kabr-i saâdeti
Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati
Bitmiş ne çâre dâne vü gelmişdi sâati
Dehrin budur hemişe muhîbbâna âdeti
Tefrik içündür etse de izhâr vuslatı
Zehri yutulmaz ağza alınmaz harâreti
Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânın fenâsıdır
Baakî Hûudâ rızâsı bekaa Hâk bekaasıdır
Meydân-ı Mevlevide nişân âşikâr edip
Pervâz ederdi şevk ile Ankaa şikâr edip
Eylerdi nây u defile semâ’ âh u zâr edip
Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak’da karâr edip
Almışdı müjde kûyuna yârın güzâr edip
Gitdi ne çare Gâlib’i hasretle yâr edip
Olsun visâl-î Hazret-i pirânla kâm-yâb
Kıldı karîn’i kabri Fasîh-i felek-cenâb
Ahmet Taşçı gerçekten yeri doldurulmaz vefâkâr ve fedakâr bir dosttu. Vefâtıyla bize de ömrün bir nihayeti olduğunu hatırlatmış oldu. Şimdi Ahmed’e Orhan Seyfi Orhon’un şu şiiriyle seslenesim geliyor:
Acaba şen misin kederin var mı?
Ne kadar dertliyim haberin var mı?
Koynunda bana da bir yerin var mı?
Ne kadar yalnızım haberin var mı?
Ya da Neşati’nin yakınmasını okusam onu incitmiş olmam, değil mi? Gerçekten bir tarafım eksilmiş gibi. Ahmed, ramazan ayında itikafa girer, o günlerde kendisine ulaşamazdık. Yoksa şimdi de itikâfta mı?
Gitdin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile
Son sözü Üstadımıza bırakalım ve hem Üstada hem Ahmet Taşçı’ya rahmet dileyelim.
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?
@mtekeli35
Ahmet Taşçı ile az ama özlü hatıramız vardı. İyi ki tanımışım. Sizinki, güzel ve canlı bir yazı olmuş.
Saklayacağım. Teşekkürler.
Sevgili Abim tanıdığım en iyi insandı çok şey öğrendim kendisinden
Rabbim mekanını cennet eylesin inşallah