Bir kitapevi, bir kitap ve Suriye

Bir kitapevi, bir kitap ve Suriye

Ankara’da yeni bir kitap-kahve mekânı var. Liman. Hem kitap meraklılarını çekiyor, hem de sunduğu çay kahve ve yiyecek çeşitleriyle bir buluşma yeri olarak öne çıkıyor Liman. ‘Kitap mekânı’ tabiri Liman’ı anlatmakta biraz zayıf kalıyor. İki kata yayılmış hemen her türlü kitabı bulabileceğiniz bir yer. Bilgisayar ve televizyonlarla donatılmış özel okuma ve tartışma odaları her yerde bulunan cinsten değil. Liman’ın giriş bölümü çay kahve ve yiyecek için ayrılmış ama mekânın geniş ve ferah kitap bölümünün ihtişamını gölgelemiyor. Çukurambar gibi bir semtte böyle bir kitabevinin sürekliliğini sağlamak kolay değil. Onun için Liman, müdavimlerine internet üzerinden de kitap göndermenin bir yolunu bulmalı.

Masamda okunmayı bekleyen bir hayli kitap var. Buna rağmen Liman’da dolaşırken çok sayıda kitaba tabir caizse gözüm düştü. Niall Ferguson’la beni Bekir Karlığa tanıştırmıştı. Onun “Uygarlık: Batı ve Ötekiler” adlı kitabıyla bir hayli düşüp kalkmıştım. Liman’da Ferguson’un uzun süredir alıp okumaya fırsat bulamadığım “İmparatorluk: Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi” başlıklı kitabını görünce “hah, tamam” dedim ve hemen dibimizdeki coğrafyaya yeni biçimler verme gayretleriyle de galiba ilişki kurdum ki Liman’da kahvemi yudumlarken kitabın sayfaları arasında dolaşmaktan da kendimi alıkoyamadım.

Suriye’de olup bitenler ve olup bitecekler sadece bizim değil bölgemizin de geleceğini şekillendirecek. Onun için geçmişi iyi anlamak gerekiyor. Ferguson’un kitabı bu bakımdan okunmaya değer. Çok kolay okunuyor Kitap. Bir zamanların Britanya İmparatorluğunun, Afrika’yı, Osmanlı coğrafyasını, Asya’yı ve daha birçok yeri nasıl sömürgeleştirdiğinin hikâyesini ve altında yatan anlayışları kavramak isteyenlere bir yol açıyor. Kitapta Belçika, Portekiz, Fransa, Almanya ve Amerika gibi diğer sömürgeciler de mevcut. Bir noktayı belirtmeliyim. Ferguson zaman zaman Britanya’yı takdirden de geri kalmıyor.

Britanya İmparatorluğunun şekil verdiği dünya, iki büyük savaş yaşadı. Eğer insan hayatına önem veriyorsak bir yerlerde büyük yanlışlar vardı demek zorundayız. O anlayış kısmen devam ediyor galiba. Suriye, Irak, Afganistan ve Filistin’de o anlayışın kalıntıları var. Buralarda akan kan için bir sorumlu arayacak olsak kim çıkar karşımıza?

Fehmi Koru da olup bitenleri kavramaya yardımcı olacak Emperor  (İmparator) adlı filmi öneriyordu bize üç gün önceki yazısında. Şöyle diyordu bu yazıda Fehmi Bey:

Filmin bir yerinde, ülkesini saldırgan olmakla, etrafındaki ülkelere göz koyup işgale kalkışmakla suçlayan Amerikalı generale, kıdemli Japon general şunları söylüyor:

“Doğru, büyük savaş öncesi, Vietnam, Kamboçya, Malezya, Singapur, Burma, Endonezya, Timor ve Filipinler’e doğru genişlemeye kalkıştık Japonya olarak; iyi de biz oraları kimden aldık? Kamboçya ve Vietnam’da Fransa, Singapur, Burma ve Malezya’da İngiltere, Timor’da Portekiz, Endonezya’da Hollanda vardı, Filipinler’de ise ülkeyi İspanyollar’ın elinden alarak oraya yerleşmiş sizin ülkeniz Amerika… Ne işiniz vardı bu ülkelerde? Biz işgalciliği sizlerden öğrendik.”

Ben Mevlüt Çavuşoğlu ile bir dönem çok yakın çalıştım. Avrupa Konseyi’nde aynı komisyonda görev yaptık, sonra o Konsey Başkanı oldu ve birlikteliğimiz daha da pekişerek devam etti. Amerika’ya çok kızmış olmalı… Teenni ile konuşmayı adet edinmiş Mevlüt Beyin “ABD ile ilişkileri ya düzelteceğiz ya da tamamen bozulacak” dediğini duyunca şaşırmadan edemedim. Amerika bu öfkeyi hak etmiyor değil, ama yine de öfke kontrolünün önemli olduğunu hatırlasak iyi olmaz mı? En azından Suriye’de bir çözüm için işbirliğinin zaruri olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Bir başka husus şu: Amerika’dan kopuşun Rusya ile birlikte hareket etme gibi bir açmaza dönüşmemesi lazım. Rusya’nın Suriye’de niçin bulunduğunu hep göz önünde bulundurmak ve gelip geçici olaylara bakarak değerlendirmeler yapmamak zorundayız. Keşke bizde Rusya uzmanları daha çok olsaydı.

Açıkçası şu sıralarda Suriye sahnesinin, Amerika Rusya mutabakatına mı, yoksa rekabetine mi perde açtığını tayinde güçlük çekiyorum. Bir bakıyorsunuz terör gruplarının Afrin’e girip çıkmasına ikisi birden göz yumuyorlar, hatta teşvik ediyorlar, bir bakıyorsunuz biri öbürünün adamları üzerine bomba yağdırıyor. Eğer insan hayatına kıymet vermiş olsalardı Amerika ve Rusya, Afrin’deki terör gruplarının oradan çekilmelerini temin ederlerdi. Fakat bu tür ilişkilerde anlaşılıyor ki onlar için insan hayatı birinci önceliğe sahip değil.

Mahmud Erol Kılıç, “On derviş bir kilimde uyur da…” başlıklı son yazısında, Şirazlı Sa’dî’den söz ediyor. Onun bir şiirinden yola çıkarak şunları söylüyor:

Bugün Birleşmiş Milletler’in Cenevre ofisinin girişinde bile Sa’dî’nin “Benî âdem a’zâ-yı yek dîgerend…” diye başlayan o meşhur sözü yazar. Hem de pek çok dile tercüme edilerek. Türkçe tercüme olarak der ki;

“Âdemoğulları aynı vücudun uzuvlarıdırlar.

Zira aynı cevherden yaratılmışlardır.

Felek bir uzva elem getirirse, öbürlerinin huzuru kalmaz.

Ey başkalarının acısıyla kaygılanmayan kişi!,

Sana insan demek yakışmaz…”

 

Herkesin birbirini boğazladığı bir dünyada bundan daha büyük bir insancıl ve barışçı bir felsefe olur mu? Olmaz her halde ki Birleşmiş Milletler bunu bir kuruluş mottosu olarak almış duvarına nakşetmiş. İnşallah bir gün duvardan kalbe iner. Hem de Orta-Doğu’nun kalbine…

Yine ondan beni her daim etkilemeye devam eden müthiş bir söz:

“Du pâdişâh der iklîmî nekoncend

Velî sad dervîş ber kilîmî bihusbend”

 

Yani; On derviş bir kilimde uyur da iki padişah bir dünyaya (iklim) sığamaz.

Mahmud Erol Hoca, Sa’dî’den bazı özlü sözler ‘devşirdiği’ yazısını şöyle noktalıyor:

Bir tane de benden olsun; ‘Bilge o kimsedir ki(?) okuyucuyu güncelden çıkarandır’.

Benim sizi güncelden çıkaramadığım aşikâr, değil mi?

 

Join the discussion