24 Haziran’a ne kaldı şurada. Türkiye yeni bir döneme adım atacak. Seçim atmosferi içinde siyasilerden iyi şeyler duyduk demek isterdim ama olmadı. İyi şeyler duymasak da ilginç şeyler duyduk. Aslında duyduklarımız ilginç mi değil mi o da ayrı konu. Duyduklarımız daha çok sen şunu yaptın ben bunu yaparım, sen şunu verdin ben bunu veririm, sen şöyle demiştin ben böyle demiştim kalıbının dışına çıkamadı.
Yine de kıraathane tartışması bu seçimlerin akılda kalan önemli unsurlarından biri olmaya aday. İki yönü var bu tartışmanın.
Birisi, “Ak Parti, kültür politikaları deyince ortaya koya koya bu kıraathane meselesini koydu” diyenlerin eleştirel bakışı. Seçim meydanlarında kültür politikaları pek konuşulmuyor, kıraathane meselesi bu kapsamda ele alınınca eleştiriler haklı görülebilir. Fakat Partinin seçim beyannamesinde en azından İnsan ve Toplum genel başlığı altında Kültür ve Sanat diye bir alt başlık açılmış.
Kıraathane kelimesi beyannamede hiç geçmiyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kıraathane derken ne kastettiğini seçim beyannamesindeki şu satırlarda arayabiliriz: “Yenilikçi ve kapsayıcı bir kütüphanecilik yaklaşımı getiriyoruz. 2023 yılına kadar en az 30 ilde kafeterya, cep sineması, çocuk oyun alanları, bireysel ve grup çalışma alanları, internet erişimi, görsel-işitsel sunum alanları bulunan “yaşayan kütüphane” yaklaşımıyla donatılmış kütüphanelerle hizmet vereceğiz.”
Şimdi burada bir başka noktayı ele almak gerekiyor. Kıraathane kelimesi, kıraat, okumak demek olduğuna göre aslında müspet bir çağrışıma yol açmalı. Fakat bizde kullanılan haliyle böyle mi? Kıraathane kelimesinin bende uyandırdığı çağrışım tam tersi istikamette… Hiçbir şeyin okunmadığı, zaman öldürmek için toplanılan mekânlar değil mi bu yerler… Ya oyun oynayarak, ya dedikodu ederek… Hem şehirlerde hem kırsal alanlarda adı ya kıraathane ya da kahvehane olan bu mekânlar insanların çoluk çocuğunu ihmal ederek toplandığı miskin yuvaları gibi geliyor bana. Bunların güya modern hali de “cafe” adını taşıyor şimdilerde.
Peki, bu kadar menfi çağrışımlara yol açması kaçınılmaz olan kıraathane fikrini Tayyip Beye hangi akıllı danışman verdi. Bu bir… İkincisi Tayyip Bey bunu önüne getirenlere neden itiraz etmedi… Niçin kütüphane değil de kıraathane? Kıraathane diyerek mi insanların kitaplarla sıcak bir ilişki kurmasını sağlarız kütüphane diyerek mi? Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünelim. Kıraathane deyince seçmenin gözünde yukarıya da alıntıladığım beyannamede geçen anlam mı canlanır yoksa başka bir şey mi canlanır? Gel de Barış Manço’yu dinleme… “Leyleğin ömrü iki lak lak/ Değerler oldu tepe taklak.”
Kıraathaneler bana zaman israfının hangi kertelere kadar uzanabileceğinin timsali gibi görünür. Eskilerin bereketli zamanlar tabirini çok severim ben. İslam Ansiklopedisinde bereket için şöyle bir tanım verilmiş: “İyi ve hoş karşılanan bir şeyin süreklilik arz edişine bereket denilmiştir. Söz konusu şey maddi ise mevcudiyetini sürdürmek yani tükenmemek anlamında bolluk, manevi ise yine aynı anlamda saadet kelimeleriyle ifade edilmiştir.”
Şimdi nedendir, bilmem, zamanı o kadar iyi kullandığımı söyleyemem. İnternet başında geçirdiğimiz vaktin, zamanı verimli kullanamayışımızdaki etkenlerden biri olduğunu kabul etmek zorundayız. Buna güya akıllı telefonları da katarsak bırakın zamanı bereketlendirmeyi aksine israf içine sokuyoruz. Ben televizyon başında geçirilen sürenin çok fazla olduğunu düşünürdüm, ama galiba eldeki telefonda geçirilen süre televizyonu katlıyor. Zamanı nasıl israf ettiğimizin en çarpıcı örneği bu telefonlarda harcanan vakit olsa gerek.
Telefonlardaki mesaj gruplarına gelince, başkalarına akıl vermeyi ne kadar sevdiğimiz gönderip aldığımız mesajlardan belli değil mi? Cuma günleri ne yapmamız gerektiğini hatırlatanlar mı dersiniz, ahlak dersi verenler mi dersiniz, ibadetleri unutma diye tembihleyenler mi dersiniz, her şey… O mesajları yazıp okumak için harcanan vaktin bir israf olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ha eskinin kıraathanede vakit öldüren insanları, ha şimdinin internet ve telefon başında lüzumsuz yazışmalarla uğraşan tipleri… Zamanı bereketlendirmek için önce ciddi bir iş üzerinde olmak gerekiyor.
Kültür hayatımızda sohbetin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu biliyorum. Sözlü kültür unsurlarının başında geliyor sohbet. Fakat gerçek manada sohbet ile kıraathanenin bir ilişkisini kurabilmek zor benim için. Marmara Kıraathanesindeki sohbetlerden istifade etmiş kimselerdenim ben. Sezai Karakoç’u, Ziya Nur’u, Erol Güngör’ü, Sadeddin Ökten’i dinledim ben orada. Ancak bilenler biliyor, Marmara’da bu sohbetlerin yapıldığı yer ile oyun bölgesi birbirlerinden ayrı bölümlerde idi. Gerçek anlamda sohbet eskiler için tekke ve dergahlarda hayat bulurdu.
Ak Parti’yi Milli Eğitim ve Kültür alanında başarısız bulanlar diğer alanlara nispet edildiğinde çok daha fazla. Son zamanlarda Ak Parti dönemini ilk sekiz yıl ve ikinci sekiz yıl olarak ikiye ayıran ve birçok alanda birincisini çok başarılı, ikincisini ilk dönemde ortaya konulanları zedeler bulanlar çoğalsa da kültür ve milli eğitim alanını baştan beri zaaf içinde görenler var.
Özgürlükler ve öngörülebilir bir hukuk sistemi her alanın olduğu gibi kültür ve sanat alanının gelişmesi için de bir ön şart hükmündedir. Bunlar olmadan elde edilebilecek bir gelişmeden söz edilemez. Her gayret kısır kalmaya mahkumdur.
Üç gün sonra sandık başındayız. Türkiye’nin normalleşmesi için seçim havasından bir an önce çıkmak gerekiyor. Onun için ben “Sislendi hevâ, tarf-ı çemenzârı nem aldı/ Bülbül yuvadan uçtu, gülistânı gam aldı” diye başlayıp “Bak bülbüle sabreyle gönül eyleme efgan/ Hengâm-ı güle, nûş-i müle şunda ne kaldı” şeklinde biten şarkıyı dinliyor ve gül şenliğini bekliyorum.
Seçimlerin hayırlı sonuçlar çıkaracağına inanıyorum ben…