Bir damar hikayesi…

Bir damar hikayesi…

Galiba 1988 yılının yaz aylarıydı. Üniversitede dönem bitmiş notları teslim etmiştim. Artık yarım kalmış vaziyette bekleyen makale üzerinde çalışma zamanı gelmişti. Durmuş Günay’la ortak bir çalışmaydı bu makale. Bilgisayar imkânları o vakitler şimdiki gibi değildi. Ege Üniversitesi Bilgisayar Merkezine, Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesindeki terminallerden bağlanıyor ve kısıtlı imkânlarla çalışıyorduk.

Bu arada önümüze aşılması güç bir sorun daha çıktı. Elimizdeki problemi sonlu elemanlar diye bilinen bir yöntemle çözmeye çalışıyorduk. Fakat hassas sonuçlar elde etmek için sistemin bize tanıdığı hafıza kapasitesi yetmiyor ve bilgisayar kapasiteyi aştınız mesajı veriyordu. Çareyi gece çalışmakta bulabilir miyiz diye baktık, olmadı. Nihayet Bilgisayar Merkezine müracaat ettik ve bize 15 megabayt hafıza kullanma imkânı vermelerini istedik. Kullandığımız programlama dili özellikle matris işlemlerinde çok etkili bir dil olan APL diliydi. Sağ olsunlar, Bilgisayar Merkezinin yöneticileri geceleri olmak kaydıyla bunu kabul ettiler. 15 megabayt bugün için tuhaf gelebilir, çünkü artık elimizdeki telefonlarla çektiğimiz bir fotoğraf bile neredeyse o kadar bir büyüklüğe sahip.

Her ne ise biz problemi çözdük ve istediğimiz hassasiyeti elde ettik. Daha sonra da bunu makale haline getirmek için yoğun bir çalışma içine girdik.

Gözlerimin altı şişmişti, soranlara bu aralar çok çalıştım, galiba o yüzden diyordum. Sonra bir doktor arkadaşla karşılaştım, o da sordu nedir bu gözlerinin hali diye, aynı cevabı verdim. Fakat o bana “sen hemen bir hastaneye müracaat et, bu şişliklerin sebebi başka bir rahatsızlık olabilir” dedi. Hastaneye müracaata karar vermiştim ki bir gün şehir meydanında yürürken sol ayak bileğimin ön tarafında müthiş bir acı hissettim. Adım atamaz hale geldim. Etrafta tutunacak ne bir duvar ne başka bir şey vardı. Öylece durdum ve ağrının geçmesini bekledim on dakika kadar.

Sonra doktora götürdüm kendimi. Tahliller, filmler ve benzeri tetkiklerden sonra bana troid bezimin yeteri kadar çalışmadığını söylediler. Hipotroidi imiş bunun tıp dilindeki adı. Gözlerimin altındaki şişliklerin sebebi olarak bu hastalığa işaret ettiler. Bir de  hafif tipinden sarılık geçirdiğimi öğrendim bu tetkiklerin sonucunda. Ayak bileğimdeki ağrının sebebi olarak net bir şey söylenmedi ama hipotroidi ve ayakta geçirilen sarılık şüphelilerin başında geliyordu.

Hipotroidi için sürekli ilaç kullanıyorum. Troid bezim ameliyatla alınmışçasına kendiliğinden yok oldu. Sarılık ise zaten gelip geçen bir rahatsızlıkmış.

Fakat bu olay bende tamamen silinip gitmedi. Ondan sonra ne zaman tempolu yani hızlı yürüsem ayak bileğimdeki o ağrı kendini gösterdi ve ben buradayım demeye devam etti. Ben de hızlı yürümekten vazgeçtim. Bu durumu birkaç defa muayeneye gittiğim doktorlara söyledim. Bunlardan biri ultrason cihazında Doppler testini uyguladı ama kan akımında bir sorun olabileceğine dair şüphesini doğrulayacak bir alamete rastlayamadığını söyledi.

Çok uzun yürüyebiliyordum ama tempolu olmamak kaydıyla. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyeliğim döneminde görev icabı yurtdışına çıktığımda akşamları serbest kalıyor ve en az iki saat müddetle bulunduğum şehri adım adım dolaşıyordum. Paris’in pek çok bölgesini, parklarını, meydanlarını bu şekilde tanıdım. Strasbourg caddelerini arkadaşlarımla birlikte karış karış dolaştım desem yeridir. Ankara’da evimin civarındaki iki parkta uzun yürüyüşler yaptım. Kış aylarında evdeki yürüme aletinde saatte 5 km ayarıyla bir saati aşkın yürüyüşler bana iyi geldi. Ancak hızı saatte 5 km’den yukarıya ayarladığım zaman ayak bileğimdeki o ağrı “hey, sınırı aşma” diye seslendi derinden.

Bundan beş altı ay kadar önceydi, yürüyüş olsun için evden çıkmıştık eşimle birlikte. Biraz yürüdük, sonra civardaki bir marketten ufak tefek bir şeyler aldık ve ev yolunu tuttuk. Henüz yolu yarılamamıştık ki ayak bileğimde bir ağrı hissettim. Gittikçe artıyordu. Ancak bir tuhaflık vardı, daha önce sol ayak bileğimin ön tarafı ağrırken şimdi arka tarafı ağrıyordu. Gayet de yavaş yürüyorduk. O halde bu ağrı neyin nesiydi. Ağrılı ayağımla zor da olsa yürüdüm ve eve geldik. Sonra bu ağrı günlerce geçmedi. Bazı doktor yakınlarıma sordum, ağrıyı tarif ettim. Bana kas gerilmesi olabileceğini söylediler, ona göre ilaçlar önerdiler ve geçmezse bir hastaneye müracaatımı tavsiye ettiler.  Hem ilaçları hem jel ve kremleri kullandım. Geçici bir rahatlama hissetsem de bunların sorunu çözemeyeceği anlaşılıyordu. Sol ayak bileğim artık rahat yürümeme mani oluyordu.

Bu arada sağ tarafımdaki siyatik sinirimden kaynaklanan başka bir ağrıdan muzdariptim. Bu sebeple Haziran ortalarında ortopedi uzmanı arkadaşım Prof. Dr. Nihat Tosun’la hastanedeki odasında buluştuk. Sıkı bir muayeneden geçirdi beni. Siyatikle ilgili tedaviyi anlattı. Çeşitli filmler ve tetkikler gerekiyor dedi. Sol ayak bileğimdeki ağrıdan bahsettim. Çeşitli sorular sordu. Sonra kendi alanını ilgilendiren tetkiklere sol ayak bileğimdeki damarların tetkikine yarayacak ultrason çekimlerini de ekledi.

Prof. Dr. Nihat Tosun’la aynı hastanede görev yapan Dr. Şanal Tosun’un dostluğu ve iş bitiriciliği devreye girdi ve bütün tetkiklerim çabucak doktorların önüne kondu. İşte ilk defa orada damarlardaki venöz kaçak ya da venöz yetmezlik tabirini duydum. Kanı temizlenmek üzere akciğerlere gönderen toplardamarlarda bir sorun vardı. Ameliyat gerekebilirdi.

Bu durumdan haberdar olan oğlum Ali Ekrem, damar cerrahı bir profesör arkadaşından, Prof. Dr. Melih Us’tan bahisle daha ileri tetkikler için İstanbul’a gelmem için ısrar etti. Melih Hoca’nın barış, esenlik, huzur kliniği olarak anlamlandırılabilecek Pax Clinic adlı muayenehanesinin yolunu tutmak gerekiyordu galiba.

Nihayet Ağustos sonlarında İstanbul’a vasıl olduk. Melih Bey, beni hem dinledi hem muayene etti. Sonra venöz yetmezlik konusunu vuzuha kavuşturmak için bu konularda uzman bir ultrasonografi merkezine gönderdi.  

Ultrason ile yapılan Doppler incelemesinde toplardamarlardaki check valfin, yani kirli kanın temizlenmek üzere akciğere sevkini sağlayan toplardamardaki kapakçığın arızalandığı ortaya çıktı. Bu kapakçık kanın sadece tek yönde, yani akciğere doğru akışını sağlıyor, kanın geri dönüşünü önlüyormuş. Kanın akciğere sevkini zorlaştıran yerçekimi etkisi kasların yardımıyla ortadan kaldırılıyor ve kasta bir bozukluk varsa kan sevkiyatı bir hayli zorlaşıyormuş. Kapakçıkta bir bozulma ortaya çıktığında akciğere gidemeyen kan, hem damarı genişletiyor hem arızalı bölge civarında yeni damar oluşmasını sağlıyormuş.

Genişlemesi damarın bacaklarda deri yüzeyinden de görülmesine sebep oluyor ve bu durum varis diye biliniyor. Bende deri yüzeyinde hiçbir belirti yoktu, dolayısıyla benimki gizli varis olarak anılan cinstendi. Bu durumun sebep olduğu ağrı bende sadece sol bacakta kendini gösteriyordu ama arızanın sağ bacakta da mevcut olduğu anlaşıldı. Bu kapakçıklara el atılmazsa ağrıyla birlikte pıhtı oluşması da söz konusuymuş. Pıhtı bacaklarda oluşabildiği gibi akciğere kadar ilerlemesi ve orada tıkanıklıklara yol açması da mümkünmüş. Üstelik tetkikler gösterdi ki kasık bölgesinde de iki taraflı olmak üzere kapakçık problemi varmış.

Bütün bu tetkikler sonucunda bir ameliyatın kaçınılmaz olduğu ortaya çıkıyordu. Fakat ameliyat öncesi Koroner BT Anjiografisini görmek istedi Dr. Melih Bey. Daha sonra da tüm vücut BT Anjiografisi çektirmek gerektiğini ifade etti. Bütün bunları damar ameliyatının selameti için istediğini özellikle vurguladı. Hatta bu amaçla kalp damarlarından birinde görülen daralmayı test etmek istedi. O damarın daralmış bölgesinde kan akış hızı muayyen bir değerin üzerinde ise herhangi bir tedbire ihtiyaç duyulmazmış, aksi takdirde oraya bir stent takılması icap edermiş. Bu maksatla yapılan anjiografik testlerde kan akış hızı yeterli bulunduğu için ek bir tedbire ihtiyaç duyulmadı.

Bacak ve kasık damarları için ameliyata karar verildi. Ancak bir şartı vardı Melih Bey’in. Ameliyatı içinde bulunduğumuz Ağustos ayında yapmak olmazdı. Çünkü ameliyat sonrası giyilmesi gereken ve bacağı sımsıkı kavrayan çorabı sıcak havalarda giymenin zorluğu bilinen bir hususmuş. Ekim ayında beklediğini söyleyerek beni uğurladı Melih Hoca. Tabii bir sürü ilaçla beni yoldaş ederek. Kan sulandırıcılar, tansiyon düzenleyiciler bu ilaçların başta gelenleriydi.

***

Damarlardaki bir arıza insan vücudunda nasıl birtakım rahatsızlıklara yol açıyorsa toplumların bünyesindeki arızalar da toplumsal sorunlara yol açma eğilimine sahiptir. Enflasyon bu tür hastalıklara iyi bir örnektir. Yüksek enflasyon toplumların şah damarının kesilmesine ve kan kaybına benzetilebilir. Bu kan kaybına mani olunmazsa sonucu hiç de iyi olmaz. Bilinçli olarak sağlanan düşük oranlardaki enflasyon ise, diyelim %3 ila 5 arası, insanın ara sıra kan vermesine benzetilebilir. Kan vermek insan vücudu için yararlıdır, bilinçli olarak sağlanan düşük oranlı enflasyon ise ekonomik hayata canlılık kazandıracağı ve yatırımları teşvik edeceği için faydalıdır.

Bugün Türkiye’deki enflasyon oranları kanamanın gittikçe arttığına işaret ediyor. İşin kötüsü tedavi yanlış istikametlerde aranıyor. Kan kaybına benzeyen rahatsızlık sadece enflasyon değil elbette. Demokrasi konusundaki zafiyet, birlikte yaşama ve farklılıkları zenginlik addetme anlayışını zedeleyen kutuplaştırıcı siyaset, kamu kaynaklarını denetimsiz harcama yetkisi, hukuk anlayışındaki ben yaptım oldu tavrı,  her alanda liyakati arka plana itme edası… Bütün bunların damar hasarlarına ve kan kaybına dair işaretler olduğu apaçık ortada… Kısaca mevcut sistemle Türkiye iyi yönetilemiyor. Liyakatin, ortak aklın, kuvvetler ayrılığının ve denetimin olmadığı bir sistem kan kaybını artırıyor.

Kan kaybıyla ilişkilendirilebilecek bir başka sorun genç beyinlerin yurt dışındaki arayışlarıdır. Hem yetişmiş insanımızın hem gençlerin buldukları ilk fırsatta Amerika ve Avrupa’da iş bulmak için nasıl gayret ettiklerini bilmeyen mi var? Bu durumu, Türkiye’nin damarlarındaki kan kaybına benzetiyorum ben. Bunları düşünürken Avrupa’nın son zamanlarda binlerce okumuş çocuğumuza iş verdiğine dair bir arkadaşımın serzenişi oturdu zihnime. Haberin kaynağı Hollanda Büyükelçimiz olmalı. Bu konularda çok yazdım. Bunlardan biri şurada, diğeri burada.

İstanbul’daki detaylı tetkiklerin ardından Ankara’ya döndük. Pek ağrı yoktu bende. Acaba neden derken o günlerde bir yere gitmem gerekti, arabayı biraz uzakta bırakmak zorunda kaldım ve yürümeye başladım. 150-200 metre kadar yürümüştüm ki o bildik ağrı gelip ayak bileğime saplandı. Sol ayağımı sürüklemeye başladım. Anladım ki ameliyattan kaçış yok.

Nihayet Ekim ayının başında tekrar İstanbul yolunu tuttuk. Bu sefer arabayla gitmeye cesaret edemedim. Havaalanında bizi karşılayan Ali Ekrem, Melih Bey’le konuştuğunu ve 13 Ekim’i ameliyat günü olarak kararlaştırdıklarını söyledi. Ameliyattan bir gün önce hastaneye uğradım, anestezi uzmanının sorularını cevapladım ve Kovid -19 testine girdim.

13 Ekim Çarşamba öğle saatlerinde ultrasonografi merkezinde özel bir kalemle bacak ve kasıklarımdaki ameliyat noktaları işaretlendi, sonra da hastanenin yolunu tuttuk. İstanbul trafiği Nişantaşı ile hastanenin bulunduğu Taksim arasında o kadar yoğundu ki üniversitedeki dersin saati yaklaşıyor ve ben yetişememe tedirginliğini üzerimden atamıyordum. Saat 14.30’da ders anlatmam gerekiyordu. Yetiştik, üstelik rahatça. Hastane odasında Zoom uygulaması üzerinden bu dersi tamamladım.

Nihayet ameliyat kıyafetini giydim ve kolumdan damar yolu açıldı, anesteziye hazırlandım. Dr. Melih Bey odaya geldi ve saat 18.00 gibi ameliyathaneye alacaklarını söyledi.

Daha önce de birkaç kez yatmıştım ameliyat masasına. 2012, 2013 ve 2019 yıllarındaki bu ameliyatlarım yazılarıma da konu olmuştu.

Öncekilerde olduğu gibi bu kez de biraz tedirgindim açıkçası. Hemşireler geldi biraz sonra. Yatağın seyyar kısmını ana üniteden ayırdılar. Odadaki yakınlarıma veda ettim, gidip gelmemek var endişesiyle helallik diledim. Hasta asansörüne bindik ve ameliyathaneye girdik.

Hemşireler beni ameliyathane ekibine teslim ettiler. Geldiğim yataktan ameliyat masasına transfer ettim kendimi. Hazırdım. Ellerimi ve ayaklarımı kelepçe benzeri bir sistem içine aldılar. Sonra anestezi bileşimini damarlarımda hissettim. Gözlerimi açık tutmaya gayret ediyordum ama nafile…

Ameliyat ne kadar sürdü, tam olarak bilmiyorum.

Kendime gelir gibi olduğumda bana bir çorap giydiriyorlar sandım. Sonra o çorabı diz kapaklarımdan yukarıya doğru çekiştirdiklerini fark ettim. Hayır, bu sıradan bir çorap değildi. Kompresyon ya da Türkçe söylersek basınçlı bir çoraptı. Damarların genişlemesini önlüyor ve kan akımının hızlanmasını sağlıyordu. Mühendislikte Bernoulli kanunu diye bilinen prensibin damarlardaki kan akımına uygulanması… Bu kanun, kanın akış hızıyla damar kesit alanını ilişkilendiriyordu. Bunun kan basıncıyla ilgisini de not edelim.

Uyanırken etraftan geçmiş olsun sesleri duyuyordum. Gözlerim bir açılıyor, bir kapanıyordu. Hepsine teşekkür ediyordum ama bu teşekkür sesi peltek peltek çıkıyordu ağzımdan. Baştaki o t harfini telaffuzda güçlük çekiyordum. Ameliyat sonrası anestezi etkisinden kurtulmak da önemliymiş. Durmadan konuşturuyorlardı beni. Onlara cevap vermemek nezaketsizlik olacaktı.

Orada ne kadar kaldım, bilmiyorum. Odama geldik. Yakınlarım geçmiş olsun temennilerini ilettiler. Önceki ameliyatlar sonrası şiirler okuduğumu bilenler yine bana, şimdi hatırlayamadığım bir şeyler okutup kaydettiler. Susamıştım, sadece Fuzuli’nin Su Kasidesinde geçen “Hayırdır vermek karanlık gecede bîmara su…” mısraını mırıldandım galiba.

Bir müddet sonra hem su izni çıktı hem de sabah kahvaltısıyla ameliyata girdiğim için diyetisyenin tayin ettiği çok hafif bir şeyler yeme izni. Hatırladığım kadarıyla saat 18.30 gibi çıktığım hastane odasına saat 22.00 civarında döndüm. Bunun ne kadarı ameliyat masasında ne kadarı bekleme odasında geçti, bilmiyorum.

Hem sağ hem sol diz kapağımın altından ayak bileğime kadar dörder noktadan damarlara müdahale edilmişti. İki de kasıklarda vardı böyle nokta. Kısacası on noktada küçük de olsa ameliyat dikişleri vardı. Doğrusu ameliyat sonrası hiçbir ağrı hissetmedim. Bunda Melih Bey’in verdiği antibiyotiğe eşlik eden ağrı kesicinin de etkisi olduğu muhakkak. Ayaklarımı salmamam aksine bacaklarım yatay hatta biraz yukarda kalacak şekilde oturmam gerektiğini sıkı sıkı tembih etti Melih Hoca. Böylece yerçekimi kan akışını kolaylaştıracaktı.

Sağ olsunlar hemşireler saat başı beni kontrol ettiler sabaha kadar. Oğlum Ali Ekrem’in bana refakatle yanımda bulunuşu zaten içimde huzur ve güveni zirveye çıkarmıştı. Gece bir kere kalktım. Bir zorluk çekmedim.

Sabah 08.30’da dersim vardı. Ayaklarımı sarkıtmamam gerektiği için Zoom üzerinden yapılması gereken dersi öğrencilere haber vererek iptal ettim. Sabah Melih Bey’in kliniğinden bir hemşire geldi, öğleye doğru çıkabileceğimizi söyledi. Melih Bey sizi kliniğinde bekliyor dedi hemşire hanım.  Pansuman orada yapılacak ve Melih Hoca görecek diye ilave etti. Yani taburcu oluyordum

Yeni nesil, bu taburcu tabirinin nereden geldiğini pek bilmez. Harpte yaralanan askerler hastanede tedavi edilip sağlıklarına kavuşunca taburlarına dönerlermiş. Oradan kalma bu taburcu tabiri.

Taburcu oldum. Melih Hoca pansumana nezaret etti. Gayet güzel bir ameliyat oldu dedikten sonra iki günde bir pansuman ihtiyacını hatırlattı bana. Basınçlı çorabı hiç çıkarmamam gerekiyormuş. Aksatmadan gittim kliniğe. Her seferinde durum gayet iyi diyerek rahatlattılar beni. Ameliyat dikişleri, kendiliğinden eriyen malzemelerden yapıldığı için sonradan ayrı bir işleme ihtiyaç göstermedi. Bir hafta sonraki kontrolü bir müjdeyle bitirdi Melih Bey… Banyo yapabilecektim. O güne kadar vücudumun üst kısmını ve başımı yıkamakla iktifa etmek zorunda kalmıştım.

Son pansumandan sonra bütün sargılardan kurtuldum. Basınçlı çorabı yatarken çıkarabilecektim ancak sabah kalkar kalkmaz giymem gerekiyordu. Çorabı giymek bir hayli zahmetliydi, zira topuklardan geçirmek birisinin yardımı olmadan çok zordu. Ankara’ya seyahat izni verdi Melih Hoca. ‘İlaçlarını ihmal etme’ diye uyardı beni. ‘İki ay sonra bekliyorum’ dedi.  ‘Niçin’ der gibi baktım. “Ameliyatın sonuçlarını ultrason tetkikiyle görmemiz lazım, bakalım yaptığımız operasyon ne kadar başarılı olmuş” dedi. Ankara’ya, eve dönüyorduk artık. Şimdi tek merakım ve ümidim var. Yürürken ayak bileğime saplanan o ağrıdan kurtulmuş muydum? İnşaallah diyorum…

Durmuş Günay için bir cevap yazın Yanıtı iptal et

9 Yorum
  • Gecmis olsun Hocam. Allah şifa versin. Aynı hastalık durumu bende yaşıyorum. Geçen hafta aynı ameliyatı bende geçirdim.

  • Mehmet Abi,
    Ağrılarınızdan kurtulmanızı, sağlığınıza kavuşmanızı dua ediyorum.
    33 yıl önce, 1988’de, bahsettiğiniz çalışmayı, Ege Üniveritesinde bünyesindeki bigisayar merkezi olan BAUM’dan (Bilgisayar Araştıma ve Uygulama Merkezi) gece kullanma izni ve ve hafıza artırma talebimizi hatırlıyorum. Çalıştığımız yer olan DEÜ Müh Fakültesi ile BAUM arası sanki 5km vardı. Çıktıları 5 km ötedeki BAUM’dan alırdık. Sizin desteğiniz olmasaydı Doktora çalışması sırasında sonlu Elemanlar çözümünde çok büyük boyutlu matrislerin tersini almak ve çözümünü yapmak benim için çok zor idi. APL dili bu konuda çok yetenekli bir dil idi. Ve siz APL programlamasına çok hakim idiniz. Mühendislik Fakültesinin Bilgi İşlemini yöneticisi siz idiniz. Bilgisayarlarda randevu ile çalışılabiliyordu. Sizin desteğiniz unutulmazdır. Doktora Hocam Onur abi, sıkça görüştüğümüz Tevfik abi ve bir dergah gibi olan laboratuara gelip giden diğer arkadaşlarla hep birlikte sanki Tomas Kuhn’un bilim yaklaşımındaki gibi aynı paradigmayı paylaşan bilim topluluğu idik. Hangi problem var ise çözümü üzerinde hep birlikte tartışırdık. Orada araştırma yapan Y. Lisans ve Doktora öğrencileri için bu tartışmalar ne büyük nimet idi. Anılarım ayağa kalktı. “Anılar demirden alçısıdır zamanın”.
    Tekrar şifalar diliyorum. Hürmetlerimi arzediyorum.

    • Sn. Tekelioğlu,
      Akademisyen, siyasetçi kimlik ve birikiminizle Hastalara ve Tüm Sağlık Çalışanlarına yaşadığınız sağlık problemlerini bahane ederek sohpet kıvamında ve ders mahiyetinde yaşadığınız tecrübeleri aktarmışsınız, ben şahsen Dr. Olarak çok istifade ettim. Mutlaka benzer şikayetleri olanlar istifade edecektir. Kaleminize ve gönlünüze sağlık. Selam ve saygılarımla.