Üniversiteye girenlerin kalitesi ile mezunların kalitesi arasında bir ilişki aramak doğru mu değil mi?

Üniversiteye girenlerin kalitesi ile mezunların kalitesi arasında bir ilişki aramak doğru mu değil mi?

Üniversiteye giriş kolaylaşıyor. İki yıllık önlisansa giriş barajı olan 150 puan artık aranmayacak. 180 puan olan dört yıllık lisans eğitimi barajı da sizlere ömür.  YÖK kanunla kendisine verilen yükseköğretimde kaliteyi artırma görevini böylece yerine getirdiğini düşünüyor olmalı.

Üç yıl kadar önceki bir yazımdan bir alıntıyla başlayabilir miyim? “Mısır’daki piramitler ve seçime giren suçlular” başlıklı yazının bizi ilgilendiren kısmı Mısır’daki piramitler. Bir tarih öğretmeni Mısır’daki piramitlerin Türkiye’den nasıl kaçırıldığını anlatıyor:

“Bir arkadaşım eski bir sokak röportajının video kaydını göndermiş bana. Baktım, 2011 yılında yayınlanmış.  Kayıt tarihi de aynı mı, bilmiyorum. Muhabir soruyor: “Mısır piramitlerinin Türkiye’den kaçırıldığı ortaya çıkarılmış. Bu tip tarihi eser kaçakçılığı konusunda ne düşünüyorsunuz?” Bana gelen kayıtta, cevap verenler arasında soruya itiraz eden yok. Cevap verenlerin çoğu üzüntülerini belirtiyorlar ve niçin gerekli tedbirler alınmıyor gibi serzenişler dile getiriyorlar. “Hangi yolla kaçırılmış olabilir” sorusuna da deniz yoluyla diyenler daha çok. Muhabiri de kutlamak lazım, cevapları gülmeden, sakince dinliyor. En ilginç cevap son kişiden geliyor. Çokbilmiş bir arkadaş anlaşılan, kanunların yetersizliğinden, kaçakçıların sahte pasaportundan falan dem vuruyor. Sonra muhabir soruyor: “Peki, nasıl taşınmış olabilir sizce piramitler?” Cevap yine bilgiç tavırlarla dökülüyor ortaya: “Piramitler bana kalırsa büyük ihtimalle deniz yoluyla” Muhabir, bilerek mi bilmeyerek mi anlayamadım, can alıcı soruyu patlatıyor: “Peki, sizin mesleğiniz ne?” Gururla cevap veriyor arkadaş: “Tarih öğretmeniyim.””

İnsanın dili tutuluyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Bu tarih öğretmeni mevcut sistem içinde üniversiteyi kazandı, ilgili fakültenin tarih bölümünden mezun oldu ve bakanlık tarafından tarih öğretmeni olarak görevlendirildi. O da tarih öğretiyor öğrencilerine. Ne bekliyoruz peki?

Yukarda bahsettiğim yazıda şunları da ekleme ihtiyacı duymuşum: “2011’den bugüne bir şey değişti mi, bilmiyorum. Bizim eğitim sistemimizin içler acısı halini göstermek için iyi bir örnek olsa gerek bu piramit cevabı. Böyle öğretmenlerin yetiştirdiği öğrencilerin OECD sıralamalarına girmelerini bekleyemeyiz herhalde.” Öğrencilerimizin okuduğunu anlama, matematik ve bilim alanlarında hep OECD ortalamalarının altında kalışını anlamak zor değil sanırım.

YÖK’ün aldığı bu barajı kaldırma kararının bir gerekçesi var mı, bilmiyorum. Varsa bile bunun kaliteyi artırmaya yönelik olmadığı çok açık. Aslında ülke yönetiminin kalite anlayışı YÖK nezdinde de tezahür etti desek yeridir. Geleceğimizi ilgilendiren en önemli problemimiz eğitim konusunda çoktandır alarm zilleri çalıyor ancak duyacak kulak yok ortada. Zil sesleri kulak çınlaması gibi geliyor zahir, geçer nasıl olsa havası hâkim herkeste…

Her ne kadar YÖK, “tıp, diş hekimliği, eczacılık, hukuk, mimarlık, mühendislik ve öğretmenlik programlarını tercih edebilmek için gerekli olan en düşük başarı sırası koşulu uygulanmaya devam edecek” diyerek kendisini savunmaya çalışsa da önceliğinin kalite olmadığını anlamak zor değil. Yakında bu tür sınırlamaların da kaldırılmasını bekleyebiliriz.

Vakıf üniversitelerinde benim gibi ders verenler iyi bilir. Burslu gelen öğrenciler ile diğer öğrenciler arasında kavrayış farkı vardır. Siz dersi normal akışı içinde anlatırsınız. Sonra sınav gelir. Başarılı öğrenci sayısı neredeyse burslu öğrenciler kadardır. Siz ya direnirsiniz ya da bir çan eğrisiyle ortalamayı yükseltir ve başarılı öğrenci sayısını artırırsınız. Yine de sonrasında “anlayışsız hoca” olarak anılmaya hazır olmalısınız.

Bilindiği gibi pek çok ülkede üniversite mezuniyetinden sonra mesleği icra edebilmek için yeterlik sınavları vardır. Amerika’da bu sınavlarda başarı gösteremeyenlerin serbest piyasada iş bulması hayli zordur. Türkiye’de böyle bir uygulamaya gidebilmek için arayışlar olduğunu biliyoruz. Mesleki Yeterlilik Kurumu bunlardan biri. Bu kurum vizyonunu “eğitimin istihdamla uyumunu güvence altına alarak nitelikli insan kaynağının oluşmasına öncülük eden, uluslararası ölçekte tanınan, etkin ve saygın bir kurum olmak” diye açıklıyor. İstihdam alanında rekabet yoksa torpil vardır ve sadakat esas unsurdur. Yarışmanın olmadığı yerde kalkınma ve gelişme de hayaldir. Bu yeterlik sınavlarına girme mecburiyeti olamaz. Ancak eğer serbest piyasa bu sınav sonuçlarına itibar ederse herkes kendini sınava girmek zorunda hisseder. Ne gün olur, bilemem ama kaliteli elemanlar olsun istiyorsak buna mecburuz. Liyakate değer vermeye başladığımızda diyelim mi?

Bu yazıyı bitirmek üzereydim ki Karar Gazetesinde Eğitim-Sen Başkanı Abdulbaki Değer’in “YÖK, ciddiyet ve eğitimde derinleşen buhran” başlıklı yazısını gördüm. Bu yazıdan bir paragraf okuyalım mı:

2018 yılında YÖK tarafından kamuoyuyla paylaşılan ve halen internet sitesinde bulunan “Yükseköğretim Politikalarında Yeni YÖK” başlıklı metnin “Eğitim-Öğretimde Kalite Hedefli Kararlar” başlığı altında şu ifadelere yer veriliyor: “Yükseköğretime Giriş Sisteminde Baraj Puanının Yükseltilmesi. Bilindiği gibi yükseköğretime giriş puanları 2009 tarihinden sonra üç defa düşürülmüştür. Bu uygulama, girdi esaslı bir olumsuzluk oluşturuyor ve eğitimin kalitesini olumsuz yönde etkiliyordu. Baraj puanının yükseltilmesi, girdi esaslı bir iyileştirme olup yükseköğretim süreçlerinde kalitenin yükseltilmesi adına önemli bir adımdır.” 

YÖK bir öyle bir böyle şaşkınlığı içinde. Daha 2018 yılında üniversiteye girenlerin kalitesine duyarlı iken şimdi bu anlayış göz ardı ediliyor. MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin talebiydi biliyorsunuz bu baraj meselesi. MHP’nin popülizmden gayrı kaygısı yok, bunu biliyoruz ama Allah için “bu yanlış oluyor” diyecek hiç kimse kalmadı mı Bakanlıkta, YÖK’te, Ak Parti’de? Şahsen ben YÖK Başkanından bunun beklenmeyeceğini kestirebiliyorum. Şehir Üniversitesinin kapatılmasının onu hiç üzmediğini de biliyorum. Üzseydi o sırada Marmara Üniversitesinin Rektörü olarak birkaç kelamını duyardık. Aksine Erol Özvar Şehir Üniversitesinin kütüphanesini, dijital hafızasını kabzetti. Şu koltuk ne netameli bir şeymiş, nasıl bir yapışkanla oturanların iradesini yok ediyor, anlaşılır gibi değil. YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı, Rektör seçimlerine ilişkin değişikliği prensiplerine aykırı bulduğu için istifa etmişti. Örnek alan yok ama…

Üniversiteye girişi herkese açmak ancak üniversitedeki eğitim sürecinde kaliteyi öncelikler arasına sokmakla anlaşılabilir bir şey olur. Türkiye’de birkaç istisna dışında bunun mümkün olmadığını biliyoruz. Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerinde üniversiteye başlayanların önemli bir kısmının ilk yıl sonunda bu sevdadan vaz geçmek zorunda kaldıkları akıldan çıkarılmamalı. Çünkü kaliteden taviz verilmiyor oralarda.

Bir ülkenin kalkınması ve gelişmesi eğitilmiş insan gücüyle orantılıdır diye biliriz. Ancak Türkiye’de bu teorik kabul de geçerli değil. OECD’nin ülkelerin üniversite mezunlarına ilişkin verdiği yüzdelere bakılırsa Türkiye’nin durumu iyi sayılabilir, %35 civarında. Ancak kalkınma ve gelişme bahsinde durum parlak değil. Bir husus daha var: Kaliteli mezunlarımız başka ülkelerde arıyor yaşanabilir hayatı…

Türkiye yüksek öğretimde çok ciddi bir reforma muhtaç. Ancak içinde bulunduğumuz yönetim anlayışı ile bu pek mümkün değil. Gittikçe demokrasiden uzaklaşan, konuşamayan ve tartışamayan bir iklimde ne AB mümkün ne üniversitede reform. Üniversiteye girenlerin kalitesi ne ise mezunların kalitesi de odur. En azından şimdilik…

Join the discussion